1 Aralık 2012 Cumartesi

Ka’be’nin tarihi

0 yorum

Ka’be’nin tarihi 
Kur’an’da verilen bilgilere göre Ka’be ilk olarak İbrahim ve İsmail peygamberler tarafından inşa edilmiştir. Kur’an’daki bilgilerin dışında İslâm tarihçilerinin Ka’be hakkında verdikleri bilgiler ise rivayetlere dayanmaktadır. Meselâ, Kureyşlilerin Ka’be'yi yeniden inşası bir kaynakta şöyle yer almaktadır: 
İbn İshak der ki: Bana anlatıldığına göre Kureyşliler rüknün üzerinde Süryanice bir yazı gördüler. Mahiyetinin ne olduğu bilinmiyordu. Nihayet onlara yahudilerden bir adam bu yazıyı okudu. Şunlar yazılıydı: Ben Allah'ım. Bekke'nin (Mekke'nin) Rabbiyim, gökleri ve yeri yarattığım, güneş ve ayı şekillendirdiğim gün burayı da yarattım. Onun etrafında yedi tane hanif hükümdar varettim. Buranın çevresini saran iki dağ (Ebu Kubeys ve el-Ahmer dağları) zail olmadıkça burası da zail olmaz. Buranın halkı için su ve süt bereketli kılınmıştır."
Abdullah b. ez-Zübeyr ile Haccac Dönemi:
Şamlılar (Emeviler), Abdullah b. ez-Zübeyr'e hücum edip onların sebep oldukları yangın dolayısıyla Ka’be'nin yapısı hasara uğrayıp zayıflayınca İbn ez-Zübeyr Ka’be'yi yıktı ve Hz. Aişe'nin ona verdiği habere uygun olarak yeniden inşa etti. Hicr tarafından oraya beş zira'lık kadar bir alan ekledi. Abdullah insanların rahatlıkla görebildiği bir temeli ortaya çıkartıncaya kadar kazısını sürdürdü ve bu temel üzerine binasını yaptı. Önceden Ka’be'nin yüksekliği onsekiz zira' idi. Ona Hicrden bu miktar ilavede bulununca bu sefer boyuna da on zira' daha ekledi. Birisinden girilip öbüründen çıkılacak şekilde Ka’be'ye de iki kapı yaptı. Müslim'in Sahih'inde bu şekilde belirtilmektedir. Bununla birlikte hadisin lafızları arasında farklılık vardır.
Rivayet edildiğine göre er-Reşid, Malik b. Enes'e, Haccac tarafından yapılan şekliyle Ka’be'yi yıkmak ve Peygamber (s.a)'dan gelen hadise dayanarak İbn ez-Zübeyr'in yaptığı şekle iade etmek istediğinden sözetmiş. Malik ona: Allah adına sana and veriyorum ey mü'minlerin emiri, sen bu evi hükümdarların oyuncağı haline getirme. Her isteyen gelip evi yıkıp bir daha yeniden yapmasın. O vakit insanların kalbinde bulunan bu eve karşı duydukları heybet yok olurKURTUBİ 
Ka’be Allah’ın evidir 
Ayetlerde Allah, Ka’be’yi “Evim” diye kendi zatına izafe etmek suretiyle, bu Ev’in şerefine, değerine ve önemine işaret etmiştir. Bilindiği gibi, bizzat Allah’a izafe edilen şeyler üzerinde kimsenin hak sahibi olması söz konusu değildir. Dolayısıyla Ka’be Allah’ındır, orada Allah’tan başka hiç kimsenin hükümdarlığı, hükümranlığı kabul edilemez. Aslında tüm mescitler de Allah’ındır. Ayetlerde özellikle Ka’be'nin söz konusu edilmesi, o sırada başka bir mescit olmamasından veya Ka’be’nin saygınlığının daha büyük olmasından dolayıdır. 
Cinn; 18:
18- Ve şüphesiz ki mescitler kuşkusuz Allah içindir. O nedenle Allah ile birlikte herhangi kimseye yalvarmayın.
Nur; 36-38:
36–38- Allah’ın, içersinde Kendi isminin yücelmesine ve zikredilmesine izin verdiği evlerde, sabah-akşam (sürekli) Kendisini tesbih eden öyle er kişiler vardır ki, ticaret ve alış veriş, Allah'ı anmaktan, salâtı ikame etmekten ve zekât vermekten onları alıkoymaz. Onlar, Allah, kendilerine işledikleri amellerin en güzeli ile karşılık versin ve kendilerine lütfundan artırsın diye kalplerin ve gözlerin ters döndüğü bir günden korkarlar. Ve Allah, dilediği kişileri hesapsız rızklandırır. 
Ka’be’nin, yani Beytullah’ın diğer bir ismi de Mescid-i Haram’dır (Dokunulmaz Mescit’tir). 
Bakara 191:
191– Ve onları nerede yakalarsanız öldürün, çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın. Ve fitne, öldürmeden daha şiddetlidir. Mescid-i Haram yanında onlar, orada sizinle savaşmadıkça da onlarla savaşmayın. Buna rağmen onlar, sizinle savaşırlarsa, hemen onları öldürün. Kâfirlerin cezası işte böyledir. 
Ka’be’nin inşa görevi İbrahim ve İsmail peygamberlere verilmiştir 
Bakara; 125-129:
125- Ve Biz bir zaman bu Beyt’i, insanlar için bir sevap kazanma/dönüş yeri ve bir güven yeri kılmıştık. -Siz de İbrahim’in makamından bir musalla (salât gerçekleştirilecek yer) edinin.- Ve Biz İbrahim ile İsmail’e: “Beytimi, dolaşanlar, ibadete kapananlar ve secde edenler, rükû edenler için tertemiz tutunuz” diye ahit almıştık.
126- Ve bir zaman İbrahim “Rabbim, burasını güvenli bir belde kıl, halkını; onlardan Allah’a ve son güne inananları meyvalarla rızıklandır” demişti. O (Allah) dedi ki: “küfreden kimseyi dahi çok az kazançlandırırım, sonra da onu ateşin azabına sürüklerim. Ve ne kötü varılacak yerdir!”
127- 129- Ve hani İbrahim, Beyt'ten temelleri yükseltirler: Rabbimiz, bizden kabul buyur, şüphesiz Sen en iyi işitenin, en iyi bilenin ta Kendisisin. Rabbimiz! Bizim ikimizi Senin için İslamlaştıran kıl. Soyumuzdan da senin içinİslamlaştıran bir ümmet kıl (getir). Ve bize kulluk yöntemlerini göster, tövbemizi de kabul et. Şüphesiz Sen tövbeleri çokça kabul edenin ve çok merhametli olanın ta Kendisisin. Rabbimiz, bir de onlara içlerinden bir peygamber gönder ki, onlara senin ayetlerini okusun, onlara kitabı ve hikmeti (zulüm ve fesadı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkeleri) öğretsin, onları arındırsın. Hiç şüphesiz Sen, Aziyz’in, Hakiym’in ta kendisisin. 
Tıpkı yukarıdakiler gibi, İbrahim peygamberin Ka’be ile ilgili görevini bildiren ve Ka’be’nin işlevini açıklayan bir başka ayetten, hacc görevinin de ilk olarak İbrahim peygamber ile başlatıldığı anlaşılmaktadır: 
Hacc; 26-29:
26-29- Ve hani Biz, bir zamanlar, “Sakın Bana hiçbir şeyi ortak koşma; dolaşanlar, orada kıyam edenler (zulme baş kaldıranlar), rükû edenler, secde edenler için evimi tertemiz et, kendilerine ait bir takım menfaatlere tanık olmaları ve Allah’ın kendilerine rızk olarak verdiği hayvanlar üzerinde belli günlerde O’nun adını anmaları için insanlar arasında haccı duyur. Yürüyerek veya incelmiş (yorgun düşmüş) binekler üstünde her derin vadiyi aşarak sana gelsinler! Sonra kirlerini giderip temizlensinler. Adaklarını yerine getirsinler. Eski evde/ özgür evde (Ka’be’de) dolaşsınlar.” diye, o evin (Ka’be’nin) yerini, İbrahim için hazırlamıştık. -Siz de onlardan yiyin ve zorluk çeken fakiri doyurun-
Görüldüğü gibi yukarıdaki ayetlerde Ka’be’nin kimlere ve hangi işlevleri görsün diye yaptırtıldığı bildirilmekte; İbrahim ve İsmail peygamberlere Beyt’in inşası görevi yanında, insanlar için bir mesabe (sevap kazanma yeri/ sık gidilip gelinen yer) ve güven yeri” kılınan Ka’be’nin, orada dolaşanlar, orada kulluğa kapananlar, orada rükû ve secde edenler için tertemiz tutulması görevinin de verildiği açıklanmaktadır.
Belirtilen işlevler için İbrahim ve İsmail peygamberlere inşa ettirilen Beyt, ilâhî programda da insanların sık gidip gelme gereği gördükleri ve geliş gidişte veya orada kalışta gayet güvende oldukları bir yer olarak hazırlanmıştır: 
Ka’be’nin güvenlik yeri kılınması 
Ka’be’nin güvenlik yeri olması konusu, daha önce Kureyş suresinde; Ev’in Rabbinin, Kureyşlileri açlıktan kurtarıp doyurduğu ve korkudan emin kıldığı bildirilerek, sırf emniyet içinde nimetlenmeleri sebebiyle bile olsa, Kureyşlilerin yalnızca Allah’a kulluk etmelerinin gerektiğini anlatmak üzere gündeme getirilmiştir. 
Kureyş; 4:
4- O ki, kendilerini açlıktan kurtararak beslemiştir ve her korkudan onları güvene kavuşturmuştur. 
Kureyş’e verilen bu nimetlere, başka ayetlerde de dikkat çekilmiştir: 
Ankebut; 67:
67- Yoksa kıyılarında, insanların zorla kapılıp götürülmesine rağmen, orayı (Mekke’yi), güvenli, harem (dokunulmaz) yaptığımızı da görmediler mi? Hâlâ batıla mı inanıyorlar ve Allah’ın nimetine nankörlük mü ediyorlar? 
Kasas, 57:
57- Ve onlar; “Biz seninle beraber hidayete uyarsak, yurdumuzdan atılırız” dediler. Biz onları, kendi katımızdan bir rızk olarak, her şeyin semerelerinin toplanıp kendisine getirildiği, güvenli, haram (dokunulmaz) bir yere (Mekke’ye) yerleştirmedik mi? Fakat onların çoğu bilmezler. 
Yukarıdaki ayetler tamamen tarihî gerçekleri yansıtmaktadırlar. Çünkü Kureyşliler bu Ev’e sığınmadan önce dağınık durumdaydılar ve hiçbir saygınlıkları yoktu. Ne zaman ki Mekke’de bir araya gelip Ka’be hizmetini üstlendiler, o zaman bütün Arabistan’da saygın bir duruma geldiler. O dönemde insanlar Arabistan’ın hiçbir yerinde kendi kabile sınırları dışına çıkamazlar, her an bir saldırıya uğrama tehlikesi altında yataklarında bile huzursuz ve tedirgin olarak uyurlardı. Çünkü muhtemel saldırıların sonucu ya ölüm ya da kölelikti. Kervanlar da ancak yolları üzerindeki kabilelerin ileri gelenlerine rüşvet vererek sağ salim ilerleyebilirlerdi.
İşte, cahiliye döneminde hiçbir kabilenin güvende olmadığı bir ortamda, Mekke’deki Kureyşliler bütün bu tehlikelerden tamamen emindiler. Çünkü Mekke’ye bir düşman saldırısı olması söz konusu değildi. Kureyşliler “Ka’be’nin hizmetçileri” sıfatıyla ülkenin her tarafında serbestçe dolaşırlar, büyük veya küçük kafilelerle gittikleri herhangi bir bölgede hiçbir tacizle karşılaşmazlardı. Hatta tek başına seyahat eden bir Kureyşlinin “Ben Haremliyim” ya da “Ben Allah’ın haremindenim” demesi bile, saldırılardan kurtulması için ona yeterli bir güvence sağlardı.
Ka’be’nin güvenlik yeri kılınmasının, Kureyşlilere sadece maddî çıkarlar sağladığı sanılmamalıdır. Allah’ın vahyinin bu güvenlikli bölgede inmeye başlaması, önce Kureyşlileri sonra da tüm insanları cehaletten kurtarmış; hidayetin açıklanması ile insanlar sapıklıktan, küfürden, dolayısıyla da cehennemden uzak tutulmuştur. 
Yukarıda verdiğimiz Bakara/ 125. ayetteki parantez cümlesinde bulunan; “-Siz de İbrahim’in makamından bir musalla (salât gerçekleştirilecek yer) edinin.-” talimatı ile insanlara, “bir zaman öyle yapıldığı gibi, siz de şimdi orada bir musalla edinin” denilmekte, yani orada tevhidin öğretileceği, yaşatılacağı bir okulun açılması emredilmiş olmaktadır. Bu ise, ayrıntıları ilerideki ayetlerde gelecek olan hacc görevinin verilmesidir. 
Musalla 
Ayette geçen “مصلّى musalla” sözcüğü “ ص ل وsalv” kökünden “ صلّىsalla, يصلّى yüsalli” fillerinin mimli mastarı olup, “salât edilen yer, mekân” demektir. “Salât” sözcüğü maalesef “namaz” olarak algılanınca, bu sözcük de “namazgâh (namaz kılınan yer)” olarak dile yerleşmiştir.
“Salât” sözcüğü, doğru anlaşıldığında ise sözcüğün anlamı; “zihinsel ve malî sosyal desteklerin, aktivitelerin uygulandığı yer” demek olmaktadır. Sadece Bakara suresinde geçen bu sözcüğün doğru manasına göre “İbrahim’in makamından bir musalla edinin” emrinden; İbrahim peygamberin açtığı tevhid okulunun bulunduğu Mekke’de, uluslararası bir musalla (eğitim ve sosyal destek merkezi) oluşturulmasının istendiği anlaşılmalıdır. Musallanın önemi ve işlevi aşağıdaki ayetlerde de yer almaktadır: 
Maide; 106:
106- Ey iman etmiş kişiler! İçinizden birine ölüm hazır olduğu zaman, vasiyet sırasında aranızdaki şahitlik, kendi içinizden adalet sahibi iki kişidir. Yahut yeryüzünde yolculuğa çıkmış iseniz, sonra da ölümün musibeti size gelip çatmışsa, sizden olmayan iki kişidir. Eğer şüpheye düşerseniz, salâttan sonra onları alıkoyarsınız. Sonra da onları, "Akraba bile olsa, yemini bir çıkar karşılığı satmayacağız, Allah'ın şahitliğini gizlemeyeceğiz. Aksi halde günahkârlardan oluruz" diye Allah’a yemin ettirirsiniz. 
Hacc; 34, 35:
34, 35– Ve Biz, her ümmet için, Allah'ın kendilerine hayvanların behiminden rızk olarak verdikleri üzerine O'nun adını ansınlar diye bir mensek ibadet yeri/ibadet biçimi kıldık. İşte, sizin ilahınız, bir tek ilahtır. Onun için yalnız O'na teslim olun. Allah anıldığı vakit onların kalpleri titreyen, kendilerine isabet edene sabreden, salâtı ikame eden ve kendilerini rızklandırdığımız şeylerden infak eden o, Allah'a içtenlikle boyun eğenlere müjdele. 
Tarihi belgelere bakıldığında, Mekke döneminde serbest bir musalla edinilemediği, muhasara döneminde değişik yerlerin; evlerin, bahçelerin, ağıl ve ahırların musalla, mescit olarak kullanıldığı, müminlerin toplantılarını, buluşmalarını, eğitim ve öğretimlerini buralarda yaptıkları, sosyal sorunlarını buralarda çözdükleri görülmektedir. Medine’de ise, bugünkü mescide yaklaşık altı yüz elli metre uzaklıkta, mescidin batısında, bu günkü “ مسجد الغمامة Mescidi Gamame (Bulut Mescidi)” denilen caminin olduğu alan “musalla” olarak tayin edilmiş ve salât; tüm sosyal destek faaliyetleri burada uygulanmıştır. 
Mescit 
“مسجد Mescit” sözcüğü, “ سجد يسجدsecede, yescüdü”… fiilinin mimli mastarı (mekân ismi) olup “secde edilen/ettirtilen yer” demektir. Ama bunun, günümüzde kılınan namazlardaki secde yeri ile alakası yoktur. Çünkü bu secde yeri, yani mescit; “aykırı düşünen, aykırı hareket eden kimselerin ikna edildikleri, gerçeğe boyun eğdirildikleri, onların da teslim olup gerçeğe boyun eğdikleri yer” veya gerçek anlamıyla, kısaca “eğitim ve öğretim, ikna alanı” demektir.
Bu anlamı itibariyle “mescit”, salâtın (sosyal desteğin) zihinsel boyutlarının, musalla ise; “salâtın (sosyal desteğin) hem zihinsel hem de malî yönlerinin geniş katılımla uygulandığı alan” demektir. Nitekim peygamberimiz salâtı, dar çerçevede mescitte uygulamış, bayram günleri, haftalık toplantı günleri, cenazeler, savaş hazırlıkları vs. gibi geniş katılımın olduğu günlerde ise musallada gerçekleştirmiştir.
Buradan anlaşılan odur ki beytler; orada bulunanlar, din bilgisini geliştirmek için orada belirli süre kalmaya karar verenler, orada tevhidi öğretenler ve öğrenenler için uygun tutulmalı ve orada tevhid öğretilmelidir. 
Yine Bakara/ 125. ayette ve ayrıca Hacc/ 26. ayette de, Ka’be’den, yani Beytüllah’tan (Allah’ın Evi’nden) yararlanacakların; “dolaşanlar”, “ibadete kapananlar”, “rükû edenler”, “secde edenler” ve “kıyam edenler (zulme baş kaldıranlar)” oldukları açıklanmıştır. Bunların kimler oldukları da, doğru anlaşılması gereken hususlardandır. 
Tavaf edenler; dolaşanlar 
Tavaf; “bir yerde dolaşma” demektir. Burada bu sözcükle, orayı ziyarete gelen ve orada dolaşıp duran kimseler kastedilmiştir. Bu kimseler, orada cereyan eden aktiviteleri izleyerek gittikleri yerlerde Beytüllah’ın tanınmasına vesile olacaklardır. “Ka’be’yi tavaf” diye bir ifade Kur’an’da yer almaz. Bu konu klasik kaynaklarda da şu şekilde açıklanmıştır: 
"Tavaf edenler." İfadenin zahirinden anlaşılan Beytullah'ı tavaf eden kimselerdir. Ata'nın görüşü budur. Said b. Cübeyr ise Mekke'ye gelen yabancılar için temizleyin anlamına gelir, demektedir ki uzak ihtimalli bir açıklamadır. Kurtubi 
İbadete kapananlar; akifler ve itikaf 
“Akif” sözcüğünün kökü “akf” olup, anlamı; “bir şey üzerine sürekli odaklanmak, kendini ona adamak ve ondan yüz çevirmemek” demektir. (Lisan; 6/385 “akf” mad) Buradan anlaşılan odur ki sözcük; “gayet bilinçli olarak bir konu ve nesneye odaklanmak, taparcasına bağlanmak” anlamına gelmektedir. Nitekim birçok yerde (A’raf; 138, Ta Ha; 91, 97, Enbiya; 52, Şuara; 71) sözcük “tapma” boyutuyla, Bakara;125, Hacc; 25 ve Fetih; 25’te de “ısrarla bir şeye yönelme” anlamında geçmektedir.
Bakara/ 187. ayette geçen “Ve siz mescitlerde “akif” (programlı ibadet halinde) iken” ifadesine bakarak da sözcüğün; “mescitlerde tevhid öğrenme, öğretme, dinî konularda ikna olma ve ikna etme amacıyla, planlı ve programlı bir çalışmaya yönelme; bir nevi kampa girme” anlamına geldiğini söylemek mümkündür.
Adı “itikaf” olarak yerleşen bu faaliyet fıkıh kitaplarında; “belli bir zamanda belli şartlara riayet ederek özel bir yerde özel bir itaate devam etmek” şeklinde tarif edilmiştir. Ama bu ifadeler, insanın kendini bir mağaraya hapsetmesi olarak değil, Beytüllah’ta Kur’an’a odaklanarak Allah’ın mesajını iyi ve doğru anlamaya çalışması olarak anlaşılmalıdır. 
Rükû edenler 
Rükû denince, herkesin aklına “namazda ayakta dururken eğilip belin bükülmesi” gelmektedir. Çünkü sözcük asırlar önce kafalara bu anlamla kazınmıştır. Hatta klâsik eserlerde, Kur’an’da ilk kez Mürselat suresinin 48. ayetinde geçen rükû'dan maksadın, “namazın tamamı” olduğu, “cüz’iyet mecâz-ı mürseli” sanatı ile, namazın parçasının anılıp bütününün kastedildiği ifade edilmiş ve 48. ayetin manası da bu görüş doğrultusunda; “Onlara namaz kılın denildiği zaman namaz kılmazlar. O gün yalanlayanların vay hâline!” olup çıkmıştır. Hâlbuki ayetin bu şekilde anlaşılması bize göre yanlıştır. Çünkü Mürselat suresinin indiği dönemde namaz ile ilgili herhangi bir emir ve yaptırım söz konusu değildir. Zaten henüz inanmamış kimselere, “namaz kıl” demenin de bir mantığı yoktur. Böyle olmasına rağmen, bütün meal ve tefsirlerde de sözcük bu anlam ile kullanılmış ve rükû edin ifadesi, “namaz kılın” olarak anlaşılmıştır.
Bir kavramın doğru anlaşılabilmesi için, önce o kavramı ifade eden sözcüğün var olan anlamlarının bilinmesi, sonra da bu anlamlar içinden doğru olanının takdir edilmesi gerekmektedir. Arap dili hakkında en önemli başvuru kaynağı olan Lisânü'l-Arab'ta rükû sözcüğü için aşağıdaki anlamlar yer almaktadır:
1) الرّكوع (rükû), “hudû” (eğilmek, bükülmek, küçülmek, tam teslim olup itaat etmek, sözü yumuşatmak; kibar, tatlı söylemek) demektir.
2) Rükû, “inhina” (iki büklüm olmak) demektir. Yaşlılıktan beli bükülmüş ihtiyarlara rakea'ş-şeyhu (ihtiyar iki büklüm oldu) denir.
3) Rükû, “zengin kimsenin sonradan fakirleşmesi” demektir (“beli kırılmak” deyimine eş bir anlam).
4) Rükû, “putlara tapmayıp Allah'a boyun eğmek” (haniflik etmek) demektir. Câhiliye Arapları, aralarında puta tapmayıp yalnızca Allah'a tapanlara, raki (rükû eden) ve rakea ilellâh (Allah'a rükû etti) derlerdi. (Lisânü'l-Arab; c. 4, s. 232-233; “Rakea” mad.) 
Bize göre 4. maddedeki anlam, “rükû” sözcüğünün Kur’an’daki ilk geçişi olan Mürselat/48. ayetin en doğru şekilde anlaşılmasını sağlayan anlamdır.
Dolayısıyla da, Kabe’de rükû edenler, orada tevhidi öğreten öğretmenlerdir. 
Secde edenler 
“Teslim olma, boyun eğme” anlamında kullanılan “secde” sözcüğü; “devenin sahibini üstüne çıkarması için boynunu kösmesi (eğmesi)” ve “meyve yüklü hurma dallarının, sahibinin rahat uzanıp toplamasına elverişli olarak eğilmesi” anlamında vazedilmiştir (ortaya çıkmıştır). Daha sonra da sözcük; “ülke krallarının bastırdıkları paranın üstündeki kabartma resimlere tebaanın baş eğerek bağlılık göstermesi” anlamında kullanılmıştır. (Lisan ül Arab; c:4, s:497)
Demek oluyor ki “ سجدةsecde”; “kişinin bilinçli olarak bir başkasına -kendisinden daha güçlü olduğunu kabul ederek- teslim olması, boyun eğmesi, onun otoritesi dışına çıkmaması” demektir. Kur’an’da defalarca nakledilmiş olan, “meleklerin Âdem’e secde etmeleri” de işte bu anlama gelmektedir. Yani melekler (tabiat güçleri), Âdem (bilgili kimse) karşısında, o kendilerinden daha güçlü olduğu için ona boyun eğmişler ve teslim olmuşlardır.
Görüldüğü gibi, “secde” sözcüğünde “yere kapanmak” anlamı yoktur. “Yere kapanmak” eylemi “ خرورharur” sözcüğü ile ifade edilir. Nitekim bazı ayetlerde “ خرّوا سجّداًharru sücceden” diye geçer ki bunun anlamı; “secde ederek (teslim olarak) yere kapandılar” demektir.
“Teslim olarak yere kapanma” ifadesinin yer aldığı ayetler şunlardır: 
Yusuf; 100:
Ve anasıyla babasını yüksek bir taht üzerine yükseltti. Ve hepsi ona teslim olarak yere kapandılar. Ve (Yusuf): “ Babacığım işte bu durum, o gördüğümün tevilidir. Gerçekten Rabbim onu hak kıldı. Şeytan benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra, beni zindandan çıkarmakla ve sizi çölden getirmekle Rabbim bana hakikaten ihsan buyurdu. Şüphesiz Rabbim dilediğin şeye lutuf edicidir. Şüphesiz O, en iyi bilen, hüküm koyandır. 
Meryem; 58:
İşte bunlar, Âdem’in soyundan, Nuh ile beraber taşıdıklarımızdan, İbrahim ve İsrail’in soyundan ve hidayete erdirdiğimiz ve seçtiğimiz peygamberlerden Allah’ın kendilerine nimetler verdiği kimselerdir. Onlar kendilerine Rahman’ın ayetleri okunduğu zaman ağlayarak ve secde ederek (teslimiyet göstererek) yere kapanırlardı. 
Secde; 15:
Gerçekten Bizim ayetlerimize ancak, kendilerine öğüt verildiği zaman secde ederek yerlere kapanan ve Rabblerine hamd ile tesbih edenler ve büyüklük taslamayanlar inanırlar. 
İsra; 107–109:
De ki: Siz ona (Kur’an’a) ister inanın, ister inanmayın; şu daha önce kendilerine ilim verilenler; o (Kur’an) onlara okunduğunda onlar, secde ederek (teslimiyet göstererek) çeneleri üstü kapanırlar. Ve: “Rabbimiz tenzih ederiz. Rabbimizin vaadi mutlaka gerçekleşecektir.” derler. Ve onlar, ağlayarak çeneleri üstü kapanırlar. Ve bu (Kur’an) onların huşuunu (alçak gönüllüğünü) artırır. 
Bir de korkudan yere kapanmak vardır ki, bu secde ederek, yani boyun eğerek yere kapanmak değildir: 
A’râf; 143:
Ne zaman ki Musa, tayin ettiğimiz vakitte geldi ve Rabbi ona konuştu. (Musa) “Ey Rabbim, göster bana kendini de bakayım sana!” dedi. (Rabbi ona) Dedi ki; “Beni sen asla göremezsin velâkin şu dağa bak, eğer o yerinde durabilirse, sen de Beni göreceksin.” Daha sonra Rabbi dağa tecelli edince onu paramparça ediverdi, Musa dabaygın olarak yere kapandı (yığıldı). Ayılıp kendine gelince de, “Seni tenzih ederim, Sana döndüm (tövbe ettim) ve ben inananların ilkiyim.” dedi. 
Müminlerin namazda yere kapanmaları ise; geçmişte, bağlılığın ve teslimiyetin belli edilişinin (dışa vurulmasının) yere kapanmak suretiyle yapılması sebebiyledir. Yani müminler geçmişten gelen örfe göre, Rabbimizin, A’raf/ 55’teki “Rabbinize alçala alçala ve gizlice/açıkça göstererek dua edin.” emrini yerine getirmek ve Allah’a teslimiyetlerini göstermek için yere kapanmaktadırlar.
Secde sözcüğünün gerçek anlamı bu şekilde açıklığa kavuştuktan sonra Kur’an’daki “secde” sözcüklerinin doğru anlaşılması daha da kolay olmaktadır.
Meselâ, aşağıdaki ayetlerdeki “secde” sözcükleri hep; “bilinçli olarak bir başkasına -güçlü olması sebebiyle- teslim olunması, boyun eğilmesi” anlamdadır: 
Yusuf; 4:
Hani bir zaman Yusuf, babasına; “Babacığım, şüphesiz ben on bir yıldız Güneş ve Ay’ı gördüm. Onları bana secde ederken (boyun eğerken) gördüm.” demişti. 
Yusuf; 100:
Ve anasıyla babasını yüksek bir taht üzerine yükseltti. Ve hepsi ona teslim olarak yere kapandılar. Ve (Yusuf): “ Babacığım işte bu durum, o gördüğümün tevilidir. Gerçekten Rabbim onu hak kıldı. Şeytan benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra, beni zindandan çıkarmakla ve sizi çölden getirmekle Rabbim bana hakikaten ihsan buyurdu. Şüphesiz Rabbim dilediğin şeye lütuf edicidir. Şüphesiz O, en iyi bilen, hüküm koyandır. 
Burada Yusuf’un kardeşleriyle babasının ona secde etmeleri; ona teslim olmaları, yaşam düzenlerini onun kontrolüne verip onun otoritesi dışına çıkmamaları anlamına gelmektedir. 
A’râf; 161:
Ve bir zaman onlara; “Şu kente yerleşin ve oradan dilediğiniz şeyleri yiyin ve “Hitta! (Günahlarımızı bağışla!)” deyin ve secde ederek (teslim olmuş olarak) kapıdan girin. Biz suçlarınızı bağışlayacağız, iyilere arttıracağız.” denilmişti. 
Buradaki secde, şehrin kapısında yere kapanmak değil, o şehrin otoritesine teslim olmak anlamındadır. Aynı konu Bakara; 58 ve Nisa; 154’de de konu edilmiştir.
Bilinçli olarak yapılan secdeden başka Kur’an’da bir de teshirî, yani ister istemez yapılan secde vardır ki bu secde, insanın dışındaki varlıkların yaratılışları, kaderleri gereği ister istemez yaptıkları teslimiyet ve boyun eğmedir:
Ra’d; 15:
Ve yerde ve göklerde olan kimseler ve gölgeleri ister istemez de sabah akşam yalnızca Allah’a secde ederler. 
Nahl; 49:
Göklerde ve yerde olan dabbehden / canlılardan ne varsa ve melekler Allah’a secde ederler (boyun eğerler, teslimiyet gösterirler) ve onlar büyüklük taslamazlar. 
Hacc; 18:
Göklerde ve yerde olanların, Güneş, Ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, tüm kıpırdayan canlılar / hayvanlar ve insanların çoğunun Allah’a secde ettiklerini (boyun eğdiklerini, teslimiyet gösterdiklerini) görmüyor musun? 
Dolayısıyla, 125. ayetteki “secde edenler” ifadesi; Beytullah’ta tevhidî eğitim gören, İKNA olan, TESLİM olan ÖĞRENCİ gurubudur. Bu öğrenci gurubunun Müslüman olması şart değildir. Hacc, tüm insanlığın eğitimine, eğitimine açık bir uluslarası (her inançtan, her toplumdan insanların katılacağı) organizasyondur. Hacc ile ilgili ayetlerde (Âl-i Imran; 96, 97, Maide; 97, Hacc; 26-29) “… Ve yoluna gücü yeten herkesin Beyt’i haccetmesi Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. …”, “Allah, Ka’be’yi; o Beyt-i haram’ı, haram ayı, heydi (hacda oraya hediye olarak kesilen hayvanı) ve (kurbanlardaki) gerdanlıkları insanlar için bir ayağa kalkış kıldı…” ve “ …kendilerine ait bir takım menfaatlere tanık olmaları ve Allah’ın kendilerine rızk olarak verdiği hayvanlar üzerinde belli günlerde O’nun adını anmaları için insanlar arasında haccı duyur. Yürüyerek veya incelmiş (yorgun düşmüş) binekler üstünde her derin vadiyi aşarak sana gelsinler! Sonra kirlerini giderip temizlensinler….” ifadeleri yer alır. O nedenle aslında oraya Müslüman olmayanlardan; Yahudi, Hıristiyan, ateist, dinsiz kimselerden de davet edilmelidir. Ve onlar orada ikna edilmeye çalışılmalıdır.
Burada insanların zihnine yanlış olarak yerleştirilmiş olan, Müslüman olmayanların Harem-i şerif’ sokulmaması gereği fetvası akla geliyor. Maalesef bu da kasıtlı olarak uydurulmuş, ayetin anlamının çarpıtıldığı bir konudur. Konuya malzeme yapılan şu ayettir:
Tevbe; 28: 
Ey iman eden kimseler! Ortak koşan bu kimseler sadece bir pisliktirler. Artık bu yıllarından sonra Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar. Eğer yoksulluktan/onların uzaklaşmasıyla kazanç kaybına uğramaktan korktuysanız da Allah sizi dilediğinde armağanlar ile yakında zenginleştirecektir. Şüphesiz Allah en iyi bilen, en iyi yasa koyandır. 
Bu ayet, Rasülüllah’ın katıldığı Hacc-ı Ekber’in kapanış beyannamesidir. Bu haccda yapılan bir ültümatomdur. Burada konu edilen “müşrikler” Rasülüllah ile yaptıkları sözleşmeleri, barış antlaşmalarını bozup, Müslümanları sinsice ve arkadan vurmak isteyen eden kimselerdir. Pislik olan da bir daha Mescid-i Haram’a sokulmayacak olan da bunlar olup başka yerde yaşayan müşrik, Yahudi, Hıristiyan, Mecusi, ateist değildir. Hele hele o günlerden seneler, asırlar sonra dünyaya gelmiş Müslüman olmayanlar hiç değildir. Ayetin yer aldığı pasajı iyi anlamak gerekmektedir. Pasajda bu konu gayet açıktır. 
Hakkı Yılmaz...

Yorum Yaz

Yorumlarınız İçin Teşekkür ederim...Erkan Alaca

Etiketler

Aile (1) Alak (1) Alamet (1) Allah (4) Amacı (1) Amaç (1) Anlam (1) Arafat (1) Arap (1) Ay (1) Ayet (2) Bakara (1) Bakış (1) Boşanma (1) Bozmak (1) Bozulma (1) Buhari (1) Cemaat (1) Ceza (1) Cin (1) Cuma (1) Çelişki (1) Din (3) Diriltme (1) Doğa (1) Doğum (1) E-book (1) Enerji (1) FlashBook (1) Gerçek (1) Gösterge (1) Hac (1) Hacc (3) Hadis (2) Haksızlık (1) Haram (1) Haremlik (1) Hıristiyanlık (1) Hukuk (1) İbadet (1) İblis (1) İkame (1) İnsan (1) İsa (1) İslam (2) İşte Kur-an (1) Kabe (3) Kadın (6) Kadının Şahitliği (1) Kavram (1) Kaynak (1) Keffarat (1) Kontrol (1) Kul (1) Kuran (10) Kuran'da Cin (1) Kuranda Dua (1) Kuranda Kadın (4) Kurandaki Hac (2) Kürtaj (1) Mali Destek (1) Melek (1) Mesaj (1) Mescid (2) Meşaril (1) Mezhep (1) Miras (1) Mucize (4) Muhammed (a.s) (2) Nakıs (1) Namaz (5) Oruç (5) Ölüler (1) Peygamber (1) Ramazan (1) Rekat (1) Rivayet (1) Rüku (1) Rüşd (1) Salat (5) Savm (1) Secde (1) Selamlık (1) Sıyam (1) Sohbet (1) Sosyal (1) Sure (2) Şart (1) Şehr (1) Şöhret (1) Takva (2) Talak (1) Tanrı (1) Tavaf (1) Temizlik (1) Tevbe (1) Tirmizi (1) Tutmak (1) Ümre (3) Vakit (1) Yaratılış (1) Zihin (1)